Mehmet Akkaya
DUİSBURG'UN GÖZÜNDEN AVRUPA
Mehmet Akkaya
Kimyasal silahlardan söz ederken bir arkadaş Duisburg'tan söz etmişti. Çeşitli kimyasalların üretildiği bir şehir imiş. Hatta bu kimyasal gazlardan benzer ülkelere satıldığı da söyleniyor. Demek ki savaşlar sadece savaşın olduğu mekanlardan ibaret değil. Her savaşın ucu "gelişmiş" ve "ilerlemiş" toplumlara dek gerilere gidiyor. Böyle bir konuyu anlamak için Duisburg'u anlamak daha doğrusu meseleye Duisburg'un gözünden bakmak ilginç olabilir.
Hem dostları görmek hem de konuyu anlamak için önceki gün, kenteydim. Duisburg, Almanya'nın batısınsa bir kent. Demografik yapısı oldukça kozmopolit. Almanlar, İtalyanlar, Türkler, Kürtler, Bulgarlar, Suriyeliler, Polanyalılar vs. yaşıyor. Nispeten bir sanayi kenti. Grillo ve Thysen şirketleri unutulur gibi değil. Salt bu iki kapitalist işletme için tek başına bir analiz yazmak gerekir. 26 bin işçi çalıştığı söyleniyor. Yüzde doksanı mavi yakalı olmak üzere. Ama şimdilik kısaca yazmak istiyorum. Hani Avrupa'da kent-kır ayrımı kalktı deriz ya. Bu, büyük oranda doğrudur ama kentin kendi içinde bölünmüş olduğu da doğrudur. Tipik emekçi semtlerini tespit etmek zor olmuyor.
Duisburg'un gözünden bakarken gördüklerimizin tüm Avrupa'yı ve hatta İngiltere ve Amerika'yı da yansıttığını iddia edebiliriz. Şu sorular ilginç olabilir: Batı egemen sınıfları ile örneğin Türk egemen sınıfları arasındaki fark nitelik farkı mıdır, nicelik farkı mıdır? Batı ile Doğu toplumları arasındaki kültürel/iktisadi farklar (emekçiler açısından) nitel midir, nicel midir? Doğu toplumlarındaki geri kalmışlık, Doğu halkları için yapısal bir özellik midir, yoksa emperyalizmin sömürge ve yarı sömürge politikaları ile ilgili midir? Dünya haklarından emekçilerin kendi ülkelerinde değil de Batı ülkelerinde sömürülmek üzere harekete geçmeleri kurtuluş mudur?
Duisburg'un gözünden baktığımızda bu soruların yanıtları daha çok niceliğe ilişkindir. Zira yoksulluk, işsizlik, konut sorunu, fırsat eşitsizliği, hırsızlık, hatta taciz ve tecavüz olayları ve dolayısıyla davaları, Türkiye gibi ülkelerde olduğu kadar değilse de Batı'da da söz konusu olmaktadır. Bu olgu da, farkın niteliğe değil niceliğe, bir bakıma öze değil görünüşe ilişkin olduğunu gösteriyor.
Daha önceleri de Marx'ı referans alarak söylemiştim. İnsanın özü her yerde aynı. Çünkü insanın doğasını belirleyen, - çağımızda- kapitalist veya feodal üretim ilişkileridir. Bu yüzden örneğin Batı'nın "iyi insanı" ile Doğu' nun "kötü insanı" arasında özde bir fark olmuyor. Büyük iktidarlar gibi Foucault'un tespit ettiği küçük iktidarları da genel olarak Avrupa'da, özel olarak Duisburg'da da bulmak mümkündür. Pasaport kontrolünden bir eczanedeki alış veriş sırasına dek geniş bir alanda mikro iktidarları görmek zor olmuyor.
Bir örnek vereyim. Başım ağrıyordu. Bir hastahaneye gittik. Zaten, pekçok kurum gibi hastane de özel. Kim olduğum, sigorta ve para ilk sorulan konular oldu. Sonra başhekim geldi: Türk ya da Türkiyeli. O da kraldan çok kralcı. Burası acilmiş, beni alamazmış, ayrıca yaptırdığım sağlık sigortası geçersiz ya da yetersizmiş. Hani hipokrat yemini, hani insan merkezlilik, hani sağlık güvenliği, hani insanlık - hümanizm-? Herşey görünüşte ve söylemde. Marx der ya, görünüş ile gerçeklik aynı olsaydı bilim ve felsefe yapmamıza lüzum olmazdı. Kısacası Duisburg'da başhekimin dediği: Parayı veren düdüğü çalar! İmkanımız olmasaydı beni de hastaneden kapı dışarı edecekleri kesindi.
Duisburg'da emekçi semtlerine doğru yol alıyorduk, yolculuğa eşlik eden arkadaşa, semtin adını sordum. Marxloh dedi. Şaşırmadan edemedim. Çünkü Marx'ın adı geçiyor. Duisburg'un eski bir maden kenti olduğu, emekçi mücadelesiyle tanındığı anımsanırsa bunun için pek de surpriz olmuyor sanırım. Tabi emperyalist Avrupa, maden üretimi gibi pis ve kirli işleri Türkiye ve benzer geri bıraktırılmış ülkelere kaydıralı epey zaman oluyor. Yine de kaba el ve beden işçiliğinden arınmış değil. Bu türden kaba işleri çoğu zaman göçmen işçiler yapıyor.
Göçmenler bile sınıflara ayrılmış. Rehber arkadaşın dediğine göre Bulgar ve Suriyeliler en negatif koşullarda çalışıyor. Sonra Türkiyeliler (Türkler, Kürtler) geliyor. Polanyalılar ve İtalyanlar bunları izliyor. Alman emekçiler ise en şanslıları sayılıyor. Alman emekçilerin dramı da farklı değil. Komşu evdeki Alman çifti sordum. Çocukları 19 yaşında iken uyuşturucudan ölmüş. Kendileri yaşama küsmüşler ve hayvan sever olmuşlar! Ev elbette ki pis ve bakımsız. Hayvan severliği farkedince kutsal dinlerin yerini kutsal olmayan dinlerin aldığını anımsadım. Duisburg'da büyükce bir cami olduğunu da anımsatmak isterim.
Duisburg'da göçmenlerin payına ise bakımsız konutlar, güvencesiz gelecek, yoksulluk, korku, kaygı ve vellasıl pesimist bir ruhsallık düşüyor. Abartmıyorum. Kısa bir saha araştırmasıyla söylediklerimi saptamak ve resmetmek mümkündür. Farelerle birlikte yaşayan aileler, çöplerden geçilmeyen mekanlar da az değil. Evinde farelerin cirit attığını söyleyen bir Bulgar emekçiyle olan teşriki mesaimi buna örnek verebilirim.
Marx'ın mantığıyla bitireyim. Marx'a göre burjuvazi kendi çıkarını proletaryanın çıkarıymış gibi göstermeyi başarıyor! Ben de şunu eklemek isterim: Burjuvazi nicel farkları nitelmiş gibi gösteren bir sınıf. Kısacası Marx'a sorsaydık ki, "Emekçiler neden iyi koşullarda, insanca yaşamıyorlar". O da derdi ki, "Birileri iyi koşullarda ve insanca yaşasın diye". Birilerinden kasıt elbette ki, genel olarak sömürücü sınıflar, özel olarak da burjuvazidir.